sanat akımları ve rap

#328655 - bu entryi ortalama 486 saniyede okuyabilirsiniz.
  1. Rap müzik ve son dönemde de özellikle trap müzik sık sık “sanat” kavramı üzerinden tartışılıyor ve kimilerince bu şarkılar da “sanat” çerçevesi içine alınıyor. Şunu diyebilirim ki “sanat eseri” konusunda atladığımız konular var: hedef kitle, toplumsal zemin ve estetik. Birtakım sakıncalı şarkıları “Yetişkin kitleye hitap ediyor” diye aklayacaksak şu sorular gündeme gelir: “Peki o zaman neden yetişkin olmayanlar için de ulaşılabilir vaziyetteler?” ve “Yetişkin bireylerin sanat zevkine hitap edecek kadar derinlikli ürünler mi?”. İkinci soruya “Hayır” diyorsanız o zaman “Çocuk şarkısı / ergen şarkısı / ergen zekâsına sahip birey şarkısı” demeniz lazım; ama ilk başta “Yetişkin kitleye hitap ediyor.” demiştiniz zaten. Bu paradoks da bu tür şarkıların sanat noktasında kendi kendilerini imha ediyor olduğunu gösteriyor bence.

    Trap müzik söz konusu olduğunda sanatın sınırlanamaz olduğu da söyleniyor ve sanat / edebiyat akımları bu sınırları ortadan kaldıran şeyler olarak öne sürülüyor. Ancak şu var ki bu edebiyat akımlarının hiçbiri durduk yere sanatın sınırlarını genişletmek için ortaya çıkmamıştır, hepsinin ortaya çıkışının tarihsel, toplumsal ve psikolojik zeminleri vardır. Bu akımlar her zaman ve her yerde aynı kuvvette yürürlükte kalamazlar, onları doğuran etkenler gereği güçleri azalır veya artar. Ayrıca her sanat akımı kendi devrinde de aynı derecede etki sahibi olmaz, bazıları akım iken bazıları yöneliş seviyesinde kalır (Bazılarının akım hâline gelememeleri de ilgili zeminden yoksun oluşlarıyla ilişkili zaten.). Ayrıca bir diğer milletin yaptığını aynı çağda aynı şekilde yapmak da sanatın felsefesiyle bağdaşan bir şey değil. Bu konuda Suut Kemal Yetkin'den önemli bir alıntıya yer vermek istiyorum:

    ***

    “İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bizde kendini gösteren edebiyat kıpırdanışlarını üç bölümde toplayabiliriz: 1941'de yayımlanan Garip'le, Orhan Veli ve iki arkadaşının meydana getirdiği -sonradan Birinci Yeni diye adlandırılan- topluluk; arkasından gelen 1945-1950 yıllarının toplumcu gerçekçileri; bunun da arkasından gelen ve 1950'den sonra sesini duyurmaya başlayan soyutçular ya da anlamsızcılar. Hepsinin uzun ya da kısa gecikmelerle izledikleri hep Fransa'da olup bitenlerdir. Bu bir özenti mi yoksa bir esinlenme midir? Öyle sanıyorum ki Fransa'daki edebiyat akımlarını gerektiren şartların bizde de -onlara paralel olarak- bulunduğunu veya bulunmadığını belirtmekle bu iki sorudan biri kısaca cevaplandırılabilecektir.

    İlkin şunu söyleyelim ki gerçeküstücülüğün Batı'da XX. yüzyılın başında meydana çıkmamasına imkân yoktu. Batı Dünyası Rönesans'tan beri, Orta Çağ'ın iman gerçeği karşısına aklın egemenliğini çıkaran bir uygarlık üzerinde yaşıyordu. Akılcılık, bilimcilik bu uygarlığın temelleriydi. Evren ve insan şaşmaz yasalarla yönetiliyordu. Onları önceden kestirmek, denetlemek işten bile değildi. Her şey bir saat gibi işliyordu. Ama Rönesans'tan bu yana sabırla işlenen bu düzenin kültür yapısı temelinden sarsılmaya başlıyor. Baudelaire'in, Rimbaud'nun, Freud'ün, Bergson'un görüşüyle yetişmiş olan bir kuşak, aklı ve ışığını bir kenara iterek, Pirandello'nun deyişiyle kuyu diplerindeki su çemberlerine benzeyen, bilincin ötelerine, derinliklerine, karanlıklarına doğru inmeye başlıyor. Asıl insanı bütün gerçek zenginliği ile bu dar çember ötelerinde buluyor. Bu bakımdan gerçeküstücülük edebiyatta aklın baskısına karşı bir ayaklanma hareketinden başka bir şey değildir.

    (...) Şimdi, açıklamaya çalıştığımız durumu gerektiren şartların hiçbirinin bizde bulunmadığını göz önüne getirirsek 1941'de kendini gösteren gerçeküstücülüğün bir özentiden başka bir şey olmadığı anlaşılabilir. Garip topluluğunun sonradan bu tutumu bırakması, Orhan Veli'nin izlenimci, Oktay Rifat'la Cevdet Melih'in toplumcu bir şiire geçmeleri de gerçeküstücülüğün bizde bir özenti olduğunu belirtir. Hele Oktay Rifat'ın son tutumunu da bırakarak soyutçuluğa dönmesi, bu bakımdan söylediklerimizi ayrıca destekler.

    (...) 1945'ten 1950'ye gelene kadar şiirimizde ve hikâyemizde yer yer kendini gösteren toplumcu gerçekçiliğe gelince: Bu davranışın da dışarıdan sokulmuş yabancı bir mal olduğunu anlamak için, İkinci Dünya Savaşı'na girmediğimiz, onun korkunç yıkıntılarından uzak kaldığımız, düşmana karşı bir direnme cephesi kurmadığımız hâlde, bu gereklere dayanan bir davranışın, barış ve düzen içinde bulunan bir memlekette (*) uygulandığını göz önüne getirmek, özgürlüğün hiç de kısıtlı olmadığı bir dönemde başka dillerden özgürlük şiirleri çevrildiğini ya da doğrudan doğruya yazıldığını hatırlamak yeter de artar bile.

    (...) İkinci Yeni diye önemle anlatılan ve bir sürü sorulara konu olan sözde şiir akımına bakarsak, verimlerinin, Michaux'dan, gerçeküstücülüğü bazı değişikliklerle sürdüren Rene Char'dan ve İngiltere'deki benzerlerinden kopya edilmiş olduğunu görürüz. Doğrusunu söylemek gerekirse, akılcılığı da kimseye bırakmayan bu kafayorucu soyutçuluk, sadece, kimilerinin yaratılışlarındaki sanat yoksulluğunu gizlemekten, önce yazdıklarına yeni bir şey katamayan kimilerinin de bu yolla bir süre için dikkati üzerlerine çekmekten başka bir şeye yaramamıştır.

    Ya şu bunalan, öfkelenen şairlerimiz, hikâyecilerimiz? 'Yalnız Batılılar bunalmaz ya! Biz de bunalırız. Yalnız onlar öfkelenmez ya! Biz de öfkeleniriz.' İşte bütün dedikleri bu. Her gün sayısı gittikçe kabaran, hep birbirine benzer şiir kitapları? Yazılması hiç de gerekli olmayan hikâyeler? Yüksek perdeden atan ve sözde son edebiyat akımlarımızı değerlendiren eleştiriler birbirini kovalıyor. Evet, açıkça söylüyorum: Bunlardan pek bir şey kalmayacak. Çünkü çoğu aktarma bunların. (...) Sözün kısası her yeniyi bir değer sayan yenicilerimiz, Orhan Kemal gibi, memleketimizin kendi gerçeklerine dayanmadıkça ve bu gerçekler üzerinde bir düşünce örgütü kurulmadıkça belki de bu hâl hep böyle sürüp gidecek.

    Bu söylediklerim, yeni akımlar ardından koşanlar için. Bunların, körpe okurları bir süre kolayca avlayacakları düşünülebilir. Ama güç olan, yazarların kendisini yazdığına inandırmasıdır. Bu ise uzun bir çıraklık, olgunlaşma dönemi ister.

    Fakat, ondan önce de, yazarın yaratıcılığa yeteneği olması gerekir.

    * Bu yazının yazıldığı sıralarda, memleketimizde bugünkü düzensizlik ve bunalım henüz yoktu.”

    (Kaynak: Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Akımları”, Denemeler, İş Bankası Kültür Yayınları, 1972, s. 204-210.)

    ***

    Epey uzun bir alıntı oldu, sabırla okuyanlara teşekkür ederim. Suut Kemal Yetkin “sözde akım” olarak nitelendirdiği yönelimlerin ömrü konusunda öngörü hatasına düşmüş diyebiliriz; ama konuyu edebiyattan rap'e getirdiğimizde aslında söylediği her şeyin rap'te de geçerli olduğunu görüyoruz. Bugün trap de bir anlamda akılcılığın karşısına geçmiş vaziyette diyebiliriz (Ceg “Faturalar”da “Delirdik sadece” diyor mesela.); yaptıkları iş de -istisnaları olmakla birlikte- özgünlük noktasında sıkıntılı, toplumsal zemin noktasında sıkıntılı, estetik değer noktasında sıkıntılı. Bunları görmezden gelip bu şarkılara hâlâ sanat eseri diyorsak Norm'un “Eksik Etek”ine de sanat eseri demek zorundayız. Ben Norm'un, basitliği dolayısıyla herkesin eleştirdiği “Konu Kilit” şarkısında düşünsel bir derinlik aradım mesela (#248997); ama buna gelen karşılık “Böyle bir şarkıda da derinlik aranır mı?” oldu. Bu sözlükte veya başka mecralarda rap dinleyicileri olarak gerçekten sanatsal değeri olan bazı işleri az dinliyor ve az konuşuyoruz; Joker battle yapınca “Tekniği iyi ama içeriği kötü.”, Norm şarkı yapınca “Tekniği de içeriği de kötü, insanlar bunu niye dinliyor?” diyor ve ikisinin de rap'lerini geliştirmelerini ya da bırakmalarını temenni ediyoruz; ama konu trap olunca “Bu da sanat. Herkes protest olmak zorunda değil, herkes aynı tarz şarkıları dinlemek zorunda değil. Hem yabancı rapçiler de bu tarz şarkılar yapıyor.” falan diyoruz. Bu bence hatalı bir tutum.

    Son olarak bir örnek vereyim; hepiniz Contra'nın da şarkılarına konu olan “Ray Ray Kasım”ı bilirsiniz. Bu Ray Ray Kasım, anlamsız kelimelerden türetip Çarkıfelek programında okuduğu şarkıyla (“Ray Malifalitiko”) alay konusu olmuştu, Mehmet Ali Erbil “Bu şarkıyı tuvallette mi yazdınız?” falan demişti. Hâlbuki tarihte şiirin anlamsız kelimelerle, sadece harflerin müzikalitesine değer vererek yazıldığı bir edebiyat yönelişi de olmuştur: letrizm. Şimdi biz bu bilgiyle gidip Ray Ray Kasım'ın “Ray malifalitiko”suna “letrist şiir” diyor muyuz? Demiyoruz. Niye peki; çünkü ilgili zeminden / felsefeden yoksun bir girişim gerçekleştirmiş de ondan. Sanatın sınırlarını ortadan kaldırdığınız anda Ray Ray Kasım'a da “letrist şair” demek durumundasınız; demiyorsanız sanatın bir sınırının olduğuna / olması gerektiğine inanmak mecburiyetindesiniz.

    yorumlayan adam

    14/3/2021 15:11
        heart_plus : 1 stat_minus_2 : 0